DUR! RUHUM YETİŞEMEDİ BANA! VİCDANIM DA 2 years ago

Ahh! Kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.”

Gülten Akın

Günlük telaşlar içerisinde koşturup dururken zamanın nasıl geçip gittiğini anlamayan bizler, bu telaşta çoğunlukla unuttuğumuz ruhumuzun ardımızda kalıp bize yetişemediğini fark etmiyoruz bile. Zaten kendimizle, hayatla, ailemizle, insanlarla derdimiz de bu noktada başlamıyor mu? Fark etmediğimiz için ilgisiz ve aç kalmış ruhumuz beslenemiyor, aç ve yalnız bırakılmış, bize yetişemeyen ruhumuz doyurulmak için yalvarıyor. Peki ruhumuz nasıl doyar, nasıl doyurulur? Unuttuk biz bunu. Ruhumuzu unuttuk.

Gün doğumu, batımı, çiçeklerin açışı, kuşların cıvıltısı, sonbaharda rengarenk yapraklar, rüzgârla yaprakları şarkı söyleyen ağaçlar, yolda yürürken bacağınıza sürtünerek geçen bir kuyruk… Bunların hepsi her zaman, her durumda eşsiz ve kusursuzdur.

“Dünya ne kötü, hayat ne kadar adaletsiz” derken kötülüğü de adaletsizliği de aslında kendimizin yarattığını unutuyoruz. Kendimizi her şeyin dışında görerek kötülüğü haricimizde ararken her şeyi yağmaladığımızı fark etmiyoruz. Yeri, göğü, yediğimiz yemeği, soluduğumuz havayı, yüzdüğümüz ve içtiğimiz suları talan ediyoruz. Bir döngünün içinde onun parçası olduğumuzu, eylemlerimizin dönüp dolaşıp yine bizi bulacağını unutuyoruz. Tıpkı ruhumuzu unuttuğumuz gibi.

Peki ruhumuz, ruhumuz… Ruhumuz nasıl doyardı?

Durduğumuzda.

Durup ne yaptığımıza baktığımızda. Kim olduğumuzu, nelere sebep olduğumuzu anlamaya çabaladığımızda. Yaratılmış her şeydeki incelikleri, güzellikleri gönül gözüyle görmeye başladığımızda.

Oysaki durmak, görmek ve yüzleşmek zordur çok zor. Çok sarsıcı bir gerçekliktir. Her şeyin sanallaştığı, gerçekle, doğayla, diğer canlılarla bağımızın koptuğu ve her şeyin çılgın bir hızla aktığı bir dönemde durmak o kadar zordur ki.

“Beni” görmek… Ben algısı doğrulandıkça, netleştikçe her şeyle olan bağımızı keşfetmek, hiçbir şeyden aşağıda veya üstün olmadığımızı fark etmek. Bu farkındalıkla hayatla ve içindekilerle yeniden bir bağ kurmak ve ilişkilerimizi başka bir algı boyutunda, daha farkında, yeniden şekillendirmek.

Durmak ve ruhu beklemek. Çünkü belli ki ruhumuz olmadan, aşırı mantıklı, ruhtan ayrı bedenlerimizle pek de insafımız, vicdanımız, acıma duygumuz, empati yeteneğimiz devreye giremiyor. Oysa, Prof.Dr.Yahya Sezai Tezel’in “Ölürken kişinin yaşadığı hayatın ahlaki değerini yaşarken bir vicdan geliştirip geliştirmemiş olması belirler.” sözünde olduğu gibi “vicdan insan oluşumuzun” belki de en önemli unsuru.

Şu anda ülkemizde en önemli gündem maddelerinden birisi de geçtiğimiz günlerde Gaziantep’te bir köpeğin saldırısına uğrayarak ciddi şekilde yaralanan Asiye çocuğun durumu sonrası, sokak köpeklerinin yerinin barınak olduğu konusu oldu. Ardından ülkenin dört bir yanından ne vicdana ne de akla sığmayacak, etik dışı korkunç görüntüler, zehirleme haberleri gelmeye başladı. İnançlı nüfusun yüksek olduğu ülkemde, her şeyi Allah’ın yarattığına inandığını söyleyen, hayvanlar için “Onlar Allah’ın sessiz kullarıdır” diyen insanlar, yaratanın yarattığı canları zehirleyerek, eziyet ederek muamele etti. Birkaç iyi durumda belediye barınağı ve adanmış hayvan severlerin kendi imkânlarıyla kurmuş olduğu barınaklar haricindeki barınaklarla ilgili kapasite acınacak durumdayken, sokak köpekleri yurdun dört bir yanında korkunç şekillerde toplanmaya başlandı. Yayınlanan videoları yüreğimin dayanabildiği ölçüde izlemeye çabaladım. Gördüğüm şey ise biz insanların, ruhundan, vicdanından, dolayısıyla gerçek bir ahlak ve derin bir varlık kavrayışından çok uzak, aklı kendisini her şeyden üstün kıldığı için diğer tüm canlılardan üstün olduğunu varsayan, tüm yaşam alanlarını hunharca betonlaştırıp yağmalarken doğayı ve doğadaki canlıları bu cenderede evsiz bırakıp hapseden, aslında belki de medeni insanın taş devrini yaşamakta olan ilkel varlıklar olduğumuzu gösterdi.

Çok şanslıyım ki çok küçük yaşlardan beri bir şekilde hayvanlarla iç içe ve onları yakından gözlemleyecek fırsat bulabildiğim bir yaşantım oldu. Gördüğüm ve keşfettiğimse hepsinin kendine has karakterleri olan, masumiyet ve saf sevgi kaynağı varlıklar olduklarıydı. Ön iki patisini kaybettiği halde yavrusunu eğlendirmeye çalışan anne kedi, sahibini her gün beklediği durakta bulamayınca senelerce ve ölene dek aynı durakta bekleyen köpek Haçiko…

Konuşamasalar da derinden bağ kurabildiğiniz melek gibi canlılar hepsi de. Melek gibi dedim ama burada özellikle sahipli veya sahipsiz köpeklerle ilgili göz ardı edilmemesi gereken husus sahipsizse bulunduğu bölgede insanların onlara nasıl muamele ettiği, sahipliyse sahibinin onu ne şekilde yetiştirdiğidir. Köpekler bir mahallede, bölgede sürekli horlanıyor, dışlanıyor, taşlanıyor, dayak yiyor, eziyete uğruyor, uzun sürelerle aç ve susuz kalıyorsa elbette ya saldırgan ya da çok korkak olacaklardır. Aynı böyle koşullara maruz bırakılmış insanların da olacağı gibi. Sahipli bir köpek haftalarca karanlık ortamda aç bırakılarak, dayak yiyerek saldırmak üzere eğitiliyorsa elbette oldukça saldırgan olacaktır ve en ufak bir komutta veya yanlış bir harekette insanlara da diğer canlılara da zarar verebilecektir.

Peki burada durup bir düşünmek gerekmez mi? Bir insan neden köpeğini saldırgan yetiştirir ve böyle yetiştirdi ise gereken önlemleri neden almaz? Daha akıllı olduğunu varsaydığımız insan, böyle bir durumda yasalar karşısında asıl sorumlu olmaz mı?

Yüz kızartıcı suç deyimi; hukuk doktrininde toplumun şiddetle tepki gösterdiği, ahlaki açıdan kabul edilemez bulduğu, utanç verici suçlar için kullanılmaktadır. Toplumumuzda adi suçlardan (hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma, görevi kötüye kullanma, rüşvet, irtikap, zimmet, özel belgede sahtecilik, cinsel taciz ,cinsel saldırı..vb) hüküm giydiği halde cezasını tamamlamadan afla serbest bırakılmış ve hatta bazı durumlarda ceza bile almamış kimseler rahatlıkla aramızda gezerken sahipli bir köpeğin sahibinin almadığı önlemler sebebiyle bir çocuğa saldırısı sonucu ülkenin dört yanında sokağa uyumlanmış, bazı mahallelerde o mahallenin sakini haline gelmiş, hayvan severlerin koruyup kollamaya çalıştığı köpeklerin, çok çirkin ve vicdana aykırı yöntemlerle toplanarak, imkânları felaketten de öte, ölüm kampına dönüşmüş barınaklara; aç ve susuz kalarak telef olacakları dağlara, kimsesiz alanlara; saatlerce korkunç acılar içinde ölümlerine yol açan zehirlemelere, işkenceye maruz kalmalarına izin vermek vicdana ve ahlaka uygun mudur?

Uzun yıllardır, özellikle üzerinde durularak kısırlaştırmaların yetersizliğini ve sistemsizliğini vurgulayan, barınak koşullarının yetersizliğini haykıran, köpek ve hayvan dövüştürenlere karşı mücadele veren, evcil hayvan dükkanlarına, “cins” türler üreten evlere, çiftliklere yasak getirilmesini ve caydırıcı cezalar uygulanmasını talep eden, tüm zamanını ve emeğini bu masum canlara adamış iyi niyetli STK’ların ve hayvan severlerin “Kısırlaştır, Aşılat, Yaşat” yaklaşımı sistemli ve samimi şekilde hem devletin, hem belediyelerin eyleme geçmesi sonucu uygulanmış olsaydı, belki de şu anda sokaklarda, dağ başlarında, yazlık beldelerde başı boş gezen milyonlarca köpek de insanlar da mağdur olmayacaklardı.

Bir hayvan sever olarak net gözlemimi belirtmek isterim ki; şimdiye kadar hayvanlara iyi davranan insanların bulunduğu bölge ve mahallelerde insanlara saldıran tek bir sokak hayvanı görmedim. Yüzlerce aşısız, bakımsız, hasta sokak hayvanı arasında besleme ve tedavi yapan dostlarımın bir kere bile saldırıya uğradıklarına ya da kuduz olduklarına şahit olmadım. Zaten Sağlık Bakanlığı verilerine bakıldığında ülke genelinde kuduz nedeniyle 2014’te 4 olan ölüm sayısının 2019 yılında 1’e düştüğü de görülmektedir.

Günlerdir hayvanlara eziyetin ne denli umarsızca arttığının görüldüğü videolar sosyal medyada yayılmakta. Ayakları, ağzı kuduz diye bağlanarak kaldırıma atılan, gizlice zehirlenerek toplu mezarlara gömülen, bazen henüz ölmemişken gömülen… Daha birkaç saat önce Ardahan’ın bir köyünde hiçbir insana zarar vermemiş bir tilkiye koca koca insanların yaptığı işkenceyi kahrolarak izledim. Bir “duralım”, düşünelim. Aklımızı vicdanımızla birleştirerek, gerçek bir ahlak algısıyla. Bu nefret, öfke, korku, tiksinti işte tam da bu işkenceyi yapanların ve buna sessiz kalan milyonların ruhunun derinliklerinden yaşama akıyor. Zehirli, yıkıcı, yok edici, üzücü ve ruhu yaralayıcı.

Fyodor Dostoyevski diyor ki “İnsan, en çok severken insandır; en çok vicdanlıyken kendisidir.”

Ben de şunu eklemek isterim bu eşsiz söze, bir de içten bir şefkatle yaşama ve var olana saygı duyarken.

Bir not: Aslolanda hiçbir şeyin sahibi olmadığımız bilgisi varlığımdadır. Dolayısıyla sahipli köpek ve kedi gibi sözcükler için kusuruma bakmayınız. Onların sahibi değiliz. Onlar dostlarımız, canlarımızdır. Koca bir okyanusta sahile vurmuş milyonlarca deniz yıldızını kurtarma çabasındaki o kişi gibi, çok büyük zorluklar ve üzüntülerle mücadele eden tüm gerçek hayvan severleri o eşsiz yüreklerinden sımsıkı sarılarak öperim.

Beria Bardakçı

No Replies on DUR! RUHUM YETİŞEMEDİ BANA! VİCDANIM DA

Leave a reply

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>